Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek

LeChaim

Posted by denememeler Temmuz 6, 2007

Ölecek isem, şu anda, kendimi cennete en yakın hissetiğim ve saf ukraynalı yahudilerin cennete girmesini kendimin girmesinden çok istediğim bu anda ölmeliyim. ölmeyeceksem tanrım, daha da 70 yıl ölmemeli, 700 çeşit daha şarap içmeliyim.

Posted in denememeler | 2 Comments »

Ah!

Posted by denememeler Haziran 26, 2007

Ah, sen ne yaptığını bilmiyorsun!
Beni bu kadar kolay kazanabilecekken,
iki güzel kelamı benden esirgeyip
Beni kaybediyorsun.
Yatağına saadet talip,
Reddediyorsun.
Beni yitiriyorsun.
Neyi yitirdiğini bilmiyorsun!
Sen, ne yaptığını bilmiyorsun!

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Amerika Birleşik Devletleri

Posted by denememeler Haziran 26, 2007

dünyaya kazandırdıkları saymakla bitmeyecek devlet.
bu ülkenin vatandaşlarının icatları sayabildiğim kadarı ile şöyledir:
televizyon
telefon
gramafon
cep telefonu
bilgisayar
internet
mouse (bu önemli haa)
ucak
araba (ne sandınız?)
şimdi de aklıma geldiğince komunist ülkeler vatandaşlarının icad ettiklerini sayıyorum:
(hiç gelmedi, geldikçe editlerim)

şimdi bu entry’den sonra arkadaşlar
irak savasi
vietnam savasi

filan yazacaklar, 1. ve 2. dünya savaşını özgür dünya’nın kazanmasında ABD’nin rolunü bilmeden ve 1940’larda avrupa’da SSCB ve Alman işgali altındaki ülkelerde bu ülkenin kurtarıcı melek gibi olduğunu düşünmeden, savaşı ABD icad etmiş, ABD bu iki ülkeye girmeden önce bu ülke vatandaşları el ele tutuşup şarkı söylüyorlarmış gibi.

ABD kapitalist olduğu için emperyalist olduğunu sanacaklar, bütün doğu avrupayı ve orta asyayı yutmuş, afganistana saldırmış SSCB emperyalist değilmiş gibi.

zaten ABD’yi sevmemek de aslında kapitalizmi sevmemek değil mi, insanoğlunun hırslarını kapitalizm sanmak değil mi, kapitalizmin kuralli piyasa ekonomisi olduğunu bilmemek, ABD’nin bunu yaşattığını bilmemek, kuralsıza çin’de 12 yaşındaki çocukları çalıştırmanın kapitalizm olduğunu sanmak değil mi sorun? ah keşke bilseler 12 yaşında çocuklar çalıştırılamaz kuralli piyasa ekonomisi‘nde… ne ABD’de ne hollanda’da.
neyse, dünyada kapitalizm ile yönetilen, onlarca ülke var. bir kısmı da siyasi özgürlük kısmını unutmuş kapitalizmin sadece serbest piyasa kısmını almış çin gibi. ABD, hem siyasi liberalizmi hem de kurallı serbest piyasa’yı uygulayan, toprakları çok büyük, nüfusu çok fazla olan bir ülkedir. dünya’nın şimdiye kadar gördüğü en zengin ve en güçlü ulus’tur. (evet 72 millet vardır orada ama amerikan rüyası altında onlar bir ulus’tur) dünya 100 yıldır kapitalizm ile gelişen bu ülkenin yarın öbürsügün yıkılacağını tahmin ededursun, ABD ekonomisi hala gelişiyor, teknolojisi gelişiyor, kültürü gelişiyor. ABD’nin sisteminde de en büyük eleştiriler yine ABD içinden geliyor, çünkü ABd liberal, gazeteciler kolay kolay susturulamıyor.
dünyada hala daha da bazı insanlar tek radyo kanalından durmadan baba diktatör kim il sıng’a, oğul diktatör kim yong il’e övgü yağdırıldığı kuzey kore‘nin; özgür basının olamadığı, insanların oluk oluk kaçtığı küba’nın, tarihe kendi vatandaşını öldürme rekoru ile geçen SSCB’in sisteminin ABD’nin kendi halkına ve dünya halkına zenginlik getiren sisteminden daha iyi olduğunu savunuyor. (evet, dünya halkına da. düşünsene birader uçak olmasa, telefon olmasa, bilgisayar olmasa ne olurdu? internet olmasa ne olurdu?)
ABD’nin eli kanlıdır. devlet zaten eli kanlı olan bir şeydir. dünyada eli kanlı olmayan tek bir devlet dahi yoktur. (örnek gösterebilene bu akşam 4 bira ısmarlıyorum) Ama ABD kendi vatandaşlarını öldürmez, ve başka ülke vatandaşlarını öldürdüğünde vatandaşlarının kendisini eleştirebilmesine ve hatta öldüren kişiyi iktidardan indirmesine olanak sağlayan bir sistemi vardır. stalin hem kendi halkını hem de başka ülkelerin halkını öldürüyorken ülkesinden bir kişi dahi onu eleştirebilmiş midir?
ABD dünya’nın en çok göç edilmek istenen ülkesidir. ABd vatandaşlarının kaçının kuzey kore’ye ya da küba’ya kaçmak istediğini sanıyorsunuz?
14 eylül 2001’de ABD’li bir hoca’nın dersi vardı. yüzü tabi ki asıktı. ona “ama sizin ülkeniz de bizi sömürüyor” dediğimizde “lan salaklar benim ülkem sizi sömürmüyor, benim ülkem üretiyor. sizin ülkenizin 10 katı tarım arazimizde sadece 15 milyon kişi ile dünya buğdayının yarısını üretiyoruz. dünya tarım üretiminin 3’te birini biz yapıyoruz. bunu sizi sömürerek mi yapıyoruz? dünya sanayi üretiminin 4’te biri bizim ülkemizde, bunu sizi sömürerek mi yapıyoruz? dünya patent üretiminin neredeyse hepsi bizde, arge hep bizde, yazılım devleri bizde. ülkemin ülkenize şimdiye kadar 100 milyar dolar yardımı ve düşük faizli borç verme işlemi oldu, sizin memurlarınızın maaşını biz veriyoruz, bu mu sömürme? dünya GSMH’sinin 4’te birini biz yaratıyoruz, bu mu sömürge” demişti, 2-3 hafta sonra da türkiye’yi terketmişti.
vay efendim 3. dünya ülkeleri fakir. ABD kurulmadan önce hepsinin jakuzisi mi vardı? eskiden de fakirdiler. ABD onların fakirliğinden ne minvalde sorumlu tutulabilir? ABD onların fakir kalmasında en fazla osmanlı imparatorluğu kadar sorumludur.

Her neyse, ne amerikalıyım, ne bana özel mesajlarda iftira atacağınız gibi amerikan uşağı ya da amerikan köpeği. ama ABD bir fikirdir. amerikan anayasası bir fikirdir. ülkem o fikre ne kadar yaklaşırsa o kadar zengin, o kadar müreffeh, o kadar güçlü, o kadar vatandaşına saygılı bir ülke olacaktır.

işte o yüzden Amerika’ya saygım büyük. bok atmadan önce lütfen arkadaşlar biraz düşünsünler. 4. murat bağdat’ı fethettiğinde (biz alınca fetih onlar alınca işgal) kaç kişinin kellesi gitmiş, gidip bir de onu araştırsınlar. lütfen araştırmalarında amerikan malı hiç bir şey (bilgisayar, uydu aracılığı ile internet, windows, word gibi yazılımlar, dünyada bugüne kadar yazılmış makalelerin yarısından çoğu gibi) kullanmasınlar da görelim.

Posted in denememeler | 1 Comment »

Ayakkabımın altı delindi.

Posted by denememeler Haziran 26, 2007

Sol elim gibisin. Unutuyorum seni zaman zaman. Bu hafta ben okula gittim, şarap içtim, kıyma kavurdum, üzerine yumurta kırdım yedim. Uyudum, uyandım, film seyrettim, kitap okudum, müzik dinledim, pornolarımı karıştırdım, çağla yedim, seviştim, Eymir’e gittim, arabayla gezdim, bu sabah bir baktım ki ayakkabımın altı delinmiş, seni hatırladım. Sol elim gibisin, unutuyorum zaman zaman varlığını.yokluğunu da unutuyorum, ayakkabılarımın altı delinince hatırlıyorum. Tamir ettirmeyeceğim onu. Allah bana da senin gibi onurlu bir hayatın sonunda vurulup yerde yatarken üzerime örtülmüş gazetelerin altında altı delinmiş bir ayakkabı sahnesi bırakır inşallah geride. Ben yaşıyorum, sen öldün. ben yaşamaktan kaynaklı dünya zevkleriyle hem demim, sen öldün. öldün ama yok olmadın, varsın. Acaba yaşayan, nefes alan, ama var ol-a-mayanların dışında kim sevindi senin ölümüne? Söz, tamir ettirmeyeceğim ayakkabılarımı. Zaman zaman unutsam da yağmur yağdıkça hatırlayacağım.ilk edit: iyi insanlar iyi atlara binip gittiler, bize faşist katırlar, katil develer kaldı. işin yoksa anlat dur bu adamlara özgürlük nedir, insan hayatı neden değerlidir diye, altı delik ayakkabılarınla.

Posted in denememeler | 1 Comment »

Seçim Vaatleri – 1

Posted by denememeler Haziran 21, 2007

Malum ülke olarak bir türlü seçim havasına giremedik. Sanırım vatandaşlar da adaylar da hem gündemin bazı başka konularla dolu olmasından “hem de seçsek –seçilsek ne olacak ki? Anayasa Mahkemesi üyesi veya YÖK üyesi seçimi değil ki bu sadece milletvekili seçimi” şeklinde düşünmelerinden olacak, seçimi kişisel gündemlerinin ilk sırasına çıkartamadılar. Lakin yavaş yavaş da vaatler gelmeye, tabiri caizse ulufe seviyeleri açıklanmaya başlandı.

CHP, bilmeyenler ya da bu tantanada unutanlar için hatırlatayım, ülkemizin ilk partisidir. 1946 yılına kadar seçimlere tek parti olarak girmiş, hepsini de kazanmıştır. (hem de 1934’den sonra kadınların da oy kullandığı seçimlerde. Tek parti varken kadınların, çocukların ya da ağaçların oy kullanması neyi değiştirecekse)  1946 yılında ilk çok partili seçimlerde de seçimi kazanmış olmakla birlikte (en çok oyu almış demedim, seçim kazanmış dedim) o tarihten sonra bir daha tek başına iktidar olabileceği şekilde bir seçim kazanamamıştır.

CHP, son seçimlerde kampanyasını “öcü geliyor” ana teması üzerine kurmuş ve yaklaşık yüzde 20 oyla milletvekillerinin yine yaklaşık yüzde 33’ünü alarak bence başarılı bir seçim geçirmişti. Bir önceki seçimlerde barajı aşamadığını da hatırlatmakta fayda var. CHP, elinde olsa varolan durumu korumak isterdi. Seçim barajının olmadığı veya etkisizleştiği bir ortamda meclisin 3’te birine sahip olamayacağının bilincinde. Amma ve lakin her zaman işler CHP’nin istediği gibi gitmiyor, belli aralıklarla seçim yapmak icabediyor. (ve CHP buna sanki yavaş yavaş alışıyor)

İşte bu CHP, hep “öcü geliyor” diyerek oy aldığı için eleştirilmekteydi, ama buna bir son verdi, seçim vaatlerini açıkladı. CHP’nin internet sitesinden indirilebilen renkli ve büyük fontlarla yazılmış “Pusula 07” adında bir vaatler dosyası var. Bu dosyaya buyrun, biraz yakından bakalım: (parantez içerisindekiler benim yorumlarım)

 * Cari açığın GSYH’ye oranı yüzde 4’e, enflasyon yüzde 5’e çekilecek. Büyümede hedef yüzde 6’ın üzeri, işsizlikte ise yüzde 7’nin altı. (cari açığın vaat olduğunu da ilk kez gördüm. Vatandaşın cari açıkla dertlendiğini sanıyorlar galiba gerçekten. Enflasyon hedefi belirlemeleri ile Merkez Bankası’nın bağımsızlığına saygı duyacaklarını belirtmeleri de tezat oluşturmuyor zaten. ) 

* Ziraat Bankası’nın tarım ve hayvancılık sektörüne finansman sağlayan bir kamu bankası olarak etkin ve özerk bir yapıda görevini sürdürmesi sağlanacak.  (yani diyor ki özelleştirmeyeceğiz, özerkleştirmeyeceğiz ,içeriye adamlarımızı doldurmaya, zararına kredi vermeye, seçim dönemlerinde kredileri ertelemeye devam edeceğiz)  

* Halk Bankası’nın esnaf ve KOBİ’lerin ulusal ihtisas bankası olarak etkin ve özerk bir yapıda görev yapması sağlanacak. (Ziraat yetmezse diye bunu yedekte tutacağız. Oradan kredi alamayan yandaşlarımıza buradan vereceğiz) 

* Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacak. Esnaf ve sanatkarlar ile ücretlinin gelir vergisi oranı diğer dilimlerden 5 puan düşük olacak.(hiç açık değil. Sabit oranlı bir vergilendirmeyle de az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınır. Sanırım kastettikleri halen var olan gelir yükseldikçe vergi diliminin artması.) 

* AB uygulamalarına paralel olarak halen yüzde 18 oranında KDV’ye tabi çeşitli sektör ve alanlarda KDV oranları gözden geçirilecek. (güzel demiş de ne demiş aslında? KDV oranlarını AB’ye uyumlu hale getireceğiz.) 

* Kayıtdışı ekonominin GSYH içinde yüzde 50’ye ulaşan payı, 5 yıl içinde önemli ölçüde azaltılacak, orta vadede AB ülkeleri düzeyine çekilecek. (sadece teknik bir yanlışı düzelteyim. 5 yıl zaten orta vadedir. ) 

* Araştırma ve geliştirme çalışmalarına her yıl GSMH’nin yüzde 0.60’ı (2008 yılı için 3.4 milyar YTL) oranında doğrudan nakdi destek sağlanacak. (Oh, bol buldun harca. Bu harcamaların kaynağının ne olacağı hususuna geleceğiz)    

* Her yıl çiftçiye tarım ve hayvancılığa GSMH’nin yüzde 2’si oranında yani bugün uygulanmakta olanın 2 katı düzeyinde tarımsal destek sağlanacak. (Kimin kesesinden? Tarım sektöründe çalışmayanların. Neden? CHP iktidar olsun diye. Oldu. ) 

* Çiftçilerin TEDAŞ, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri’ne olan borçları ödeyebilecekleri şekilde yeniden yapılandırılacak. (TEDAŞ’ın ve Ziraat Bankası’nın zararlarını kim karşılayacak? )  

* Yüzde 1’den düşük faizli konut kredisi olanakları geliştirilecek, 100 metrekareden küçük tek konutu olanlar Emlak vergisi’nden muaf tutulacak. (Nasıl? Bankalara faiz oranlarını düşürmeyi zorunlu mu tutacaksınız? Faizin üst kısmını devlet mi ödeyecek?)  

* İzmir, Ankara, Adapazarı-Afyon-Antalya, Ankara-Samsun, Bursa-Balıkesir-İzmir bölünmüş yolları süratle tamamlanacak. (Bölünmüş yol lafı dahi AKP’nin icadı. Kimin malını kime satıyorsun diye sorarlar adama) 

* Prim gün sayısı 7 bine düşürülecek. 2008 itibariyle yüzde 30’a çıkan ve emekli aylığından kesilen destek primi tekrar yüzde 10’a indirilecek. (Hah bak bu tam oldu. Prim ödeme gün sayısının düşürülmesi diye bir şey yok. Zaten 7000 idi, yeni sosyal güvenlik yasası ile kademeli olarak 20 yılda 9000’e çıkarılacaktı. Çünkü yıllık sosyal güvenlik açığı 25 katrilyon eki liraya çıktı, giderek de artmakta bu açık. Bir şeyler yapılmalıydı. Bu açığın çıkmasının sebebi de yıllar önce yine bir seçim yatırımı olarak kaldırılan emeklilikte yaş sınırlamasıydı, insanların 40 yaşında “yaşlılık sigortası”ndan faydalanmaya başlamasıydı. Erken emekliliği özendirmemek için konulan destek primini kaldırmak, emekli aylığı haketmek için gerekli olan prim ödeme gün sayısını 7000’de tutacağını açıklamak tam anlamıyla popülist olmuş, memleketin köküne kibrit suyu dökeceğiz demekle aynı kapıya çıkmıştır)  

* ÖSS kalkacak (Hadi buyur. Hiçbir şey demiyorum.) CHP’ye bu yapacakları için kaynağı nereden bulacağı sorulduğunda Türkiye’nin yılda 50 milyar dolar faiz ödediği cevabını vermişler. Faizleri ödemeyecekler mi, moratoryum mu ilan edecekler, yoksa bu yanlış politikalarına rağmen faizin düşeceğini mi sanıyorlar, ya da faiz oranlarından memnun kalmazlarsa Anayasa Mahkemesinin faizleri düşürebileceğini mi sanıyorlar, bilmiyorum. Bildiğim, CHP’nin de bildiği, herkesin bildiği, CHP’nin iktidar olamayacağı, olamayacağını bildiği için de işkembe-i kübradan kolayca salladığı. Gelecek yazıda iktidara gelme ihtimali olduğu için vaatlerinde daha dikkatli olması gereken AKP’yle ve bırakın iktidarı, barajı aşması şüpheli partiler olan MHP, Genç parti ve Demokrat Parti ile devam edeğim.

Posted in denememeler | 3 Comments »

Tarihte Bugün

Posted by denememeler Mayıs 23, 2007

1938 yılında,
İstanbul Elektrik Şirketi devletleştirildi (kaynak: Radikal)

aferin.

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Hz. Muhammed karikatürleri hakkında:

Posted by denememeler Haziran 6, 2006

Sayın Başbakanımız, şu ünlü Hz. Muhammed karikatürleriyle ilgili de bir yorum yapmış taa ne zaman. Kendisi hakkında ekşi’de “dünya üzerinde ne kadar karikatür varsa okuyan, olumlu/olumsuz eleştirisini yapan, bu yüzden gerçek bir karikatürsever olarak bildiğim, tayyipler alemi başrol oyuncusu, kültür insani, kori sosu..” tanımı yapılmış. Malumunuz, kendisinin de karikatürcülerle arası hiç de iyi değildir. Karikatürcülerle arasının iyi olmamasının sebebi ise sanatlarından dolayı değil, kendisini eleştirmelerinden dolayıdır.

Keza, İslam dünyasının verdiği tepkiler de karikatürlere değil, kendisinin eleştirilmesine. Bir Müslüman olarak bu verilen tepkiler dolayısıyla hem üzüldüm, hem utandım hem de korktum. Üzüldüm, çünkü verilen tepkiler karikatürlerde bahsedilen şekildeydi. Büyükelçilik önüne siyah çelenk bırakmaktan ölüm tehdidine uzanan bir yelpazede değişiyordu tepkiler ve mecbur olduğu için Müslümanları okşayanlar dışında kalan kesimler hariç batılıların tepkisi “demek ki bu karikatürlerin doğruluk payı var” ve “ yahu kendi ülkemizdeki basın özgürlüğüne de mi kısıtlama getireceğiz onlar istedi diye” şeklinde özetlenebilir.

Şimdi, çuvaldızı “gavurlara” ve “kafirlere” batıranların sayısı çok fazla olduğu için ben yine şeytanın avukatlığını üstleneceğim ve iğneyi kendimize batıracağım. Selçuk Erdem, ben kendisini takip etmeye başladığım yıllarda Leman’da çizen, sonra Penguen’e geçen (daha doğrusu Penguen’in kurucu kadrosunda olan, hatta ismini koyan, uçmaya çalışan pengueni çizen) başarılı, tanınan bir karikatürist. Kendisinin şöyle bir karikatürünü hatırlıyorum: iki inek turist Hindistan’a gitmişler, Hintliler yerlere kapanmak suretiyle  ineklere tapınıyorlar (ki Hintlilerin böyle namaz kılar gibi tapınışları yoktur.) ve ineklerden biri diğerine “bizi tanrıları zannettiler” diyor. İneklerle yaptığı mizahın ise haddi hesabı yok. Şimdi Hintliler tuttursa “Selçuk Erdem o karikatürleri yayınlayamaz, Türkiye özür dilesin yoksa Selçuk Erdem’i öldürürüz” diye, ne yaparız? Karikatürlere bakar ve tekrar tekrar güleriz. Southpark’ı bilen bilir. (bilmeyenler de Serbest Çizgi’nin Serbest Çizgi olduğu zamanlarda yayınlanan eski bir sayısından öğrenebilirler) Southpark durmadan dinlerle (ve ekonomiyle, politikayla, TV Showlarıyla, yani kısaca her şeyle) dalga geçen bir çizgi – dizidir. Bu dizide İsa (ki Hıristiyanların azımsanamayacak kısmı onu Tanrı’nın oğlu, kalanları da peygamberi kabul ederler) bir Talk – Show sunucusu olarak gösterilmektedir. Hem de üzerinde bembeyaz kıyafetleri ve başında haresiyle. Bir bölümde Şeytan’la boks maçı yapmıştır ve kasabanın pederi dahil herkes Şeytan’a bahis yatırmıştır. Şeytan da ikide bir diziye dahil olur, (ki kendisinin Saddam’la homoseksüel bir ilişkisi vardır) Hatta bir bölümde de Şeytan Tanrı’nın yanına gider. Tanrı da bu dizide alacalı bulacalı rengarenk bir eşek olarak tasvir edilir. Bir başka bölümde yine Tanrı Şam şeytanı kılığında ortalıkta dolaşır. Bir başka bölümde Musa, yine rengarenk bir hortum  gibi resmedilmiştir. Peki bütün bu tasvirler vs. karşısında Amerikan halkının, veya eksantrik olalım, Hıristiyan ve Musevi Aleminin tepkileri ne olmuştur? South Park’ın yapımcılarını öldürmekle tehdit etmişler midir? Bildiğim kadarıyla hayır. Bu tip eylemler olmuş olsa bile bireyseldir. Bizim ülkelerimizde olduğu gibi toplumsal çılgınlık haline dönmemiştir. Hele ki hiçbiri Danimarka malı olmayan marka isimlerinin ortalıkta dolaşığı bir liste vardı ki akıllara zarar. Neymiş? Onları satın almamalıymışız, Hz. Muhammed’le dalga geçen Danimarkalılara yardım etmiş olurmuşuz. Yani bunun gerçekliği Türk markası olan bir kot pantolonu satın alan bir Amerikalının 11 Eylül saldırılarını düzenleyenlere yardım etmesi kadardır efendim.

Amma velakin ben başka bir şeye daha takmış durumdayım (üzerinden biraz zaman geçti, o yüzden yazabiliyorum) Hz.  Muhammed kim? Hz. kim, Muhammed kim? Babamın dayısı bir Vasfi Dayı vardı. Gittim, “Vasfi Bey siz misiniz?” diye sordum kendisine, “Vasfi benim, Bey kasabaya kadar gitti yarın gelir” dedi. Bu baştaki Hz. Nedir bilir misiniz? Bildiğiniz İngilizce’deki “Mr.” Veya Türkçe’deki “Bay” veya Fransızca’daki “Mösyö”. Peki niye herkes söz birliği etmişçesine Hz. Takısı ile kullanıyor? Açın Kuran’ı, “Ya Muhammed” “Ey Resulüm” açın hadis kitaplarını “Ya Muhammed” , “Ey Muhammed” , “Ey Resul”, “Ya Nebi”. Bakın, Bir Tane Hz. Yok. Bu Hz. Nereden mi geliyor? Götümüzün yememesinden geliyor efendim. O dönemdeki gazeteler, televizyonlar vs. Müslümanların tepkilerinden o kadar korktular ki hep bizim Habibullahımıza, Resullullahımıza düpedüz Muhammed’imize Muhammed diyemediler, hep Bizans İmparatoru mektup gönderirmiş gibi Hz. Muhammed dediler. Bu korkuyu bazı Müslümanlar yarattı, Benim sevgi dini diye bildiğim, gönüllü olduğum dinimi hoşgörüsüz, bağırıp çağıran bombacı peşmerge dini haline getirdiler, Muhammed karikatürlerinin de müsebbibi oldular. (Niye Muhammed = Bomba formülü var elin Danimarkalısının kafasında? Benim yüzümden mi? Yiyorsa gidin de beni değil Usame Bin Ladin’i protesto edin.) Muhammed’e Hz. Muhammed demeyince hakaret edildiğini zanneden Müslümanlar var, hatta bunlardan galiba bir milyar tane var, tamam da yahu hiç mi aklı başında Müslüman yok? 

Karikatürler üzerine olan yorumumla da bitireyim bari: hepsini gördüm hiçbiri ne komik ne de güzel. Ne oldu nasıl oldu? Delinin teki iki gökdelen yıktı, başkası kalktı eleştirdiğini zannederek iki üç salak karikatür çizdi, hoşgörüden zerre nebze nasiplenmemiş kıçı açık, kendisini Müslüman zanneden bi milyar manyak dellendi, derdi de geldi taa buralarda beni gerdi işte olan bu.

Posted in denememeler | 10 Comments »

Serbest Çizgi’nin D-Evrim sayısı

Posted by denememeler Mayıs 3, 2006

Serbest Çizgi (SÇ), bilmeyenler için söyleyeyim, üç aylık bir gençlik dergisi. Editörlüğünü halihazırda Seval Yaman yapıyor. Benim de bir SÇ geçmişim var, bir iki sayıda yazım yayınlandı, bir yazıda da editör yardımcılığı yaptım. Çorbada tuzum var diyebilirim, ama derginin çıkışında, geçmişinde ve bugününde payım olduğunu söylemek benden çok daha fazla zaman ve emek harcamış arkadaşlara haksızlık olur. İşte bu derginin 31. sayısını 2 YTL ödemek suretiyle satın aldım. (İlk kez SÇ’ye para verdim) Dergiyi okurken gerçekten içim sızladı ve bu dergiye bir yazımı önce yayınlanması için gönderdiğim lakin sonra geri çektiğim için sevindim. Bundan önceki 2 sayıda da kalite düşmekte idiyse de bu son sayı tam bir rezaletti.

            Dergi, ilk zamanki halinden ağırlığı ve yaprak kalitesiyle çok farklı. Artık kuşe kağıda rengarenk basılıyor ve ilk görüşte bir albenisi var. (Eskiden SÇ kara kuru bir dergiydi) Lakin ne yazık ki derginin kağıt, renk ve dizayn kalitesi ile içindeki yazıların ve üslubun kalitesi ters orantılı gitmiş.

            Öncelikle, ey editör (yani Sevalullah) , “dahi anlamına gelen -de ayrı yazılır” ve “soru eki olan –mi ayrı yazılır” Yazarlar bu noktayı atlayabilirler belki ama editörün bunları düzeltmesi lazım değil midir? En uzun soluklu gençlik dergisi olmanın bir sorumluluğu yok mudur? –de’leri, -mi’leri ayrı yazmama ilk sayısını çıkaran bir fanzinde bile göze çarparken 31. sayısında SÇ’de bunlarla karşılaşmak ne mene bir yolda olunduğunun ispatı değil midir?

            Neyse, imla hatalarını geçelim, esasa, yani yazılara gelelim. Uzatmak niyetinde değilim, kısacık bir iki örnekle:

1.      Ceren Kenar’ın yazısının başlığı aynen şöyle: “Keynesyen Devrimi” olması gereken “Keynes Devrimi” veya “Keynesyen Devrim” ikincisine niyetlenmiş olduğu lakin sehven öyle yazıldığı içindekilere bakılınca anlaşılıyor. Ama genelde insanların direkt yazının başlığını okuyacakları, iktisat bilenlerinin en az benim kadar irite olacakları aşikar.

2.      Muhsin Doğan’ın “Devrimin Küba ekonomisi üzerine etkileri” isimli yazısının son cümlesini bakın buraya aktarıyorum: “Tarih boyunca görülen devrimlere örnek oluşturabilecek bir devrim olarak Küba Devrimi 47. yılında halkının büyük desteği ile hâlâ ayaktadır.” Muhsinciğim, yavaş gel de saçın başın dağılmasın. Bu cümle için Fidel’den para mı aldın? O halk büyük desteğini Küba’dan minnacık sallarla okyanus aşarak ABD’ye gidebilmek için hayatlarını ortaya koymak yoluyla mı gösteriyorlar? Sen Küba’dan her yıl kaç kişinin ABD’ye kaçmaya çalıştığını biliyor musun? Belli yaşın üzerindekilere süt içmek yasak, basın ve ifade özgürlüğü yok, seçimler yok bunu bilmiyor musun? Fidel deden 47 yıldır ülkeyi yönetiyor, kaç kişi şimdiye kadar düşünce suçuyla hapse atılmış biliyor musun? Hadi Muhsin’i bir kenara bırak, Seval bu ne? SÇ nedir? Amacı nedir? Böyle bir cümlenin SÇ’de yayınlanması (ama örneğin benim konmasını istediğim paragrafın yayınlanmaması) nasıl bir rezalettir?

3.      İnsanların gönlü olsun diye artık para verip alıp okuduğumuz bu dergide insanların psikolojik bunalımlarını, anlık histerilerini, kalitesiz hikayeye benzemez hikayelerini niye yayınlıyorsunuz? Boş sayfa çıkarsanız ve “buralar siz yazmadığınız için boş kaldı hadi şu mail adresine bir yazınızı gönderin” deseniz daha yeğdir, bilmiyor musunuz?

Bunlar SÇ’nin artık hiç olmazsa geçmişine saygısının bir ifadesi olarak kendi kendini kapatması gerektiğinin işaretleridir. Yazı bulunamadığı için saçma sapan yazılarla doldurulan, savunması gerekenin tam zıddını savunmaya başlayan SÇ hiç çıkmasa kanımda daha yeğdir.

Peki niye böyle oldu? Ne oldu da SÇ buralara düştü? Cevabı basit, Liberal Gençlik Derneği’ni kuran, ona hayat veren insanlar bir surette dernekten dışlandılar. Zatım ve birkaç başka arkadaşım bir şekilde azar azar soğutuldular, veya direkt kavga gürültüyle derneği bırakıp gittiler. Sonuç? SÇ sapı siliklerin eline kaldı. (ne yazık ki böyle olmaması için uğraşmam sonuç vermedi) Küba Devrimi’ni öven, veya histerilerini edebiyat zanneden insanların yazdığı, imla hataları, harf hatalarıyla dolu, ama içi boş olduğu için ambalajı ve kağıt kalitesi’nin yükseltildiği yeni SÇ, artık otoriter, totaliter, jakoben, isteyen herkesin hizmetinde bir hal aldı. Hayırlı, uğurlu olsun.

Posted in denememeler | 3 Comments »

25. yıl

Posted by denememeler Nisan 24, 2006

İnsan çeyrek asır yaşayınca bir psikolojik sınır geçiliyor, genel bir hayat muhasebesi yapası geliyor değil mi. Bugün ben de 25 yıldır Dünya’dayım. 25 yıldır yaşıyorum. 25 yıl en az ömür vermiş Allah bana ve ben onu yaşıyorum. Her geçen yıl 37 yaşında öleceğim galiba ben demek zorlaşıyor benim için. (Ve 37 yaşımda öleceğim galiba ben) Ve uğruna bir sürü şey feda ettikleriniz bencilliklerine doymuyorlar, feda edilenler yine vefalı çıkıyorlar. Falan, filan. 25 yıl yaşamış olmak insanın üzerine bir yük bindiriyor. Hayatındaki ilk geniş muhasebe yapmak yükünü. Ve benim gibi hataları üzerine, kararsızlıkları, vazgeçememeleri üzerine hayat bina edenler için de bu ilk büyük muhasebe çok zor geçiyor. (Ama geçip gidiyor işte. bu gece bir şişe içilir, iki ağlanır filan, yarın sabah kalkılır yine de traş olunur, kravat takılır filan. ) (Ulan hiç mi kimse hatırlamaz ya, eskiden kuzenim filan arardı onlan da papaz olduk bi Türkcell bi Shop&Miles 😀

Posted in denememeler | 3 Comments »

Liberalleri bencil sanmak

Posted by denememeler Nisan 18, 2006

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım Bad-ı Saba’dan gayrı 

Liberaller oldum olası (ki ben yaklaşık olarak bu ülke ilk kez liberallerin seslerini çıkartmaya başladıklarında olmuşum) bencil olmakla suçlanırlar. Akıllılık, beceriklilik ve dünyayı iyi analiz edebilme liberalliğin olduğu kadar para kazanabilme kâbiliyetinin de ön şartı olduğu için (benim aralarında bulunamadığım) liberallerin çoğunluğunun hali vakti yerindedir. Ya ortalamanın üstünde para kazanan profesyonellerden ya da düpedüz zenginlerden oluşan bu grup etrafına meramını anlatırken kendilerinden örnekler vererek ve birinci tekil şahsı kullanarak örneğin “neden hiç çocuğu olmayan ben, çocuğu olanların çocukları (çok çocuk diyince cücük diyesim gelir hep nedense) eğitim görsünler diye cep telefonlarımdan ekstra ekstra vergi ödeyeyim ki? Zaten eğitim, toplumdan çok bireye faydalı bir şeydir” derse hemen kendisine “bencil” yaftası yapıştırılır. Bu yaftayı kimi liberal benimser ve bencilliğin bireyselliğin bir türevi olduğundan, egodan söz eder, bencilliği içselleştirir. Kimisi ise bencillik yapmadıklarını, aslında toplumun tümünün yararına olacak şeyleri asıl kendilerinin savunduklarından dem vurur, durur. Ben bencil yaftası karşısında hem ilk hem de ikinci görüşlerin doğruluğuna inanıyorum lakin bu yazıda ilkine değil ikincisine vurgu yapmak niyetindeyim. Şöyle ki, öncelikle etrafımdan ve kendimden örnekler vereceğim, sonra da gidip MNM dinleyerek bir ufak Efe Rakısı içeceğim. (bana bir şey ispatlamak için yeterli prosedür gibi göründü 😀 )

Ne zaman birisine liberalizmi anlatmaya çalışsam (ben liberalizmi sadece Ömer’e ve Atilla Hoca’ya anlatmaya çalışmıyorum) laf nedendir bilmem dönüp dolaşıp eğitim, sağlık ve altyapıya gelip dayanıyor; ki tartıştığım kişilerin önemli bir kısmı müteşebbislerin ve serbest piyasanın bırakın eğitim ve sağlık alanında, sakız ve şeker üretiminde bile söz sahibi olmasından yana değiller. Ve ben de bir kısım vergi ödeyenlerin vergileriyle bir diğer kısım vergi vermeyen veyahut da az vergi verenlerin eğitim ve sağlık hizmetlerinin karşılanmasına (hiç çocuğu olmayan ve asla ve kat’a hasta olmama rağmen cep telefonu, içtiğim şaraplar ve bordrom sayesinde ödediğim doğrudan ve dolaylı vergilerimle 12 çocuğu olan ve Dışkapı hastanesi’nden çıkmayan Sabuha Teyze’nin bütün bu masraflarını ödememe) karşı çıkıyorum ve ZAAAART “bencil” damgası yiyorum!

Ben, diyorum ki, Devlet bedava eğitim ve sağlık hizmeti vermemelidir. (Türkiye Cumhuriyeti her ikisini de vermektedir, insanın sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş) Ben diyorum ki, devlet fakirlere, çiftçilere, tekstilcilere, turizmcilere, emeklilere, ihracatçılara, yaşlılara, dullara ve yetimlere doğrudan veya dolaylı olarak gelir desteğinde bulunmamalıdır. Peki misal benim sosyal demokratım, benim milliyetçim, benim komunistim, benim dincim, benim müteahhitim, benim hristiyan demokratım, benim teyzem ne demektedir? “Devlet, şu şu ve de stratejik öneme haiz şu hizmetleri bedavaya vermelidir” ( = ben ve benim hoşuma giden, sevdiğim şu kişiler başkalarının ödediği vergilerle bu hizmetlerden bedavaya yararlanmalıdırlar)

Peki biz liberaller ne demekteyiz? “ne kadar ekmek o kadar köfte” ve “ne sana ne bana”Sosyal Demokrat bir arkadaşınızla konuşursunuz. Devletin zararına olduğu için orduevlerine, polisevlerine karşı olan bu arkadaşınız öğretmenevlerinin kalması gerektiğini düşünebilir, çünkü kendisi öğretmenevlerinden yararlanmaktadır. Bir aklı selim bana bunun “halifeyi tanımıyorsam hilafet kaldırılmalı, yok ben halifenin tanıdığı veya akrabasıysam veyahut da düpedüz halifeysem halifelik kalmalıdır” demekten ne farkı vardır? (ben bu aralar bir aklıselime çok muhtacım)

Ve lütfen biri bana açıklar mı, bütün rejimler ve bütün taraflar sadece ve sadece kendilerinin devletten ne kadar çok para alacaklarını düşünür ve ona göre pozisyon alırlarken, “ben hiç bir şey istemiyorum ama kimse de devletten yararlanmasın, onun yerine vergileri düşürelim” diyen liberaller nasıl oluyor da bencil oluyorlar?

Kısa keseyim, anlayan anlasın, anlamayanlara anlayanlar anlatsın; Diğer tüm rejimler, fikirler, ideolojiler “rabbena, hep bana ve benim gibi düşünenlere” der iken Liberalizm “ne bana ne sana” demektedir. Ve bu bencillikten ziyade adalet demektir.

Posted in denememeler | 17 Comments »

Süpermarketler ve Süper Bakkallar

Posted by denememeler Nisan 12, 2006

Tek tek farklı denememelerimde süpermarketler hakkında yapılması öngörülen kısıtlayıcı düzenlemelerden, şehirlerarası otobüs firmalarının yolcu taşıma ücretlerine minimum fiyat uygulaması planlarından, yakın zamanda çıkarılan kredi kartı affından ve meslek odalarının uyguladığı minimum fiyat uygulamaları ve standart düzenlemelerinden bahsedecektim. Lakin bütün bu plan ve uygulamaların tek bir şeyi, serbest piyasayı engellemek amacıyla varolduklarını gözönüne aldım ve yazıyı uzatmak pahasına da olsa hepsini tek seferde ele almaya karar verdim.
Önce bazı kavramları iyi tanımlamak ve bunları iyice anladığımızdan emin olmak lazım.
Haksız Rekabet ne demek, piyasalarda fiyat nasıl belirlenir, devletin veya başka bir otoritenin tavan veya taban fiyat uygulamasının sonuçları nelerdir, bunları üzerinden tekrar bir geçelim, bütün bunların ilgileneceğimiz durumlarla birebir örtüşmesi nasıl olur daha sonra inceleriz.

//* sadece bakkal – süpermarketler hakkında yapılması düşünülen düzenlemeler hakkında yazdıklarım gereğinden uzun olunca yazıyı bölmeye karar verdim. Aşağıda sadece bu konuyu bulacaksınız: *\\

Haksız rekabet, Ticaret Kanunu Md. 56’ya göre, haksız rekabet, aldatıcı hareket veya hüsnüniyet kaidelerine aykırı sair suretlerle iktisadi rekabetin her türlü suistimalidir. (kaynak başbakanlık mevzuat bilgi sistemi) Md. 57’de on bent halinde başlıca haksız rekabet halleri sayılmıştır: ( kaynak =sugarfree , ekşisözlük)
– kötüleme
– gerçeğe aykırı bilgi verme
– aldatıcı reklamlar
– müstesna kabiliyet zannını uyandırma
– iltibas
– yardımcıları görevlerini kötüye kullanmaya kandırma
– yardımcılardan işletmenin sırlarını ele geçirme
– sırlardan faydalanma ve yayma
– gerçeğe aykırı şehadetname verme
– iş hayatı şartlarına riayet etmeme.

Lakin ülkemiz esnafı, tüccarı ve sanayicisi sanayinin her türlüsünü haksız rekabet gibi görmeye (ve kendisini bundan devletin korumasını istemeye) alışkındır. Örneğin bakkallar süpermarketlerin kendileriyle karşı haksız şekilde rekabet ettiğini iddia ederken yukarıdakilerin hiçbirini kastetmezler. Kastettikleri, daha çok paraları olduğu ve daha çok satış yaptıkları için süpermarketlerin distribitörlerden daha ucuza mal aldıkları, veya bazen distribütörleri es geçip üreticilerden mal aldıkları, bazen de malları kendileri üretip sattıkları için çoğunlukla daha ucuza, daha kaliteli mal sattıklarıdır, ulaşım gibi, taksitli alışveriş gibi bir takım ek avantajlarla müşterileri kendilerine çektikleridir. Bunun haksız rekabetle uzaktan yakından ne ilgisi olduğunu bana bir aklıselim anlatabilir mi?

Yakın zamanlarda ülkemizde zaman zaman gündeme gelen bakkalların süpermarketlere karşı korunması konusuna da aslında tam da bu açıdan bakmalıyız. Bakkallar istiyorlar ki devlet kendilerinden yana çıksın, süpermarketler şehir dışına taşınsın, açık olabilecekleri saatler sınırlandırılsın, Pazar günleri ve bayramlarda kapatılsınlar, indirim yapamasınlar, promosyon yapamasınlar, müşterilerine evlere ulaşım hizmeti veremesinler. Halbuki görmek istemiyorlar ki bu durum tüm ülke vatandaşlarından sadece bakkalların işine gelecek, geriye kalan kaç kişidir, 70 milyon mu, hepsinin zararınadır.

Şimdi, istisnaların kaideyi değiştirmediğinin altını çizelim ve bakkallar ve süpermarketler dışındaki tarafların gözüyle (müşteri, devlet, toptancı, üretici) bir bakalım. Bakkallar size fiş-fatura vermede büyük zorluklar çıkarır örneğin 5 YTL’nin altında bir alışverişiniz için fiş isterseniz en iyi ihtimalle bir “haspünallah” yersiniz. Sigara, alkol gibi alışverişlerinizde fiş isterseniz size fiş değil cevap verirler: “tekel geçmez”. Tekel nerede geçmez? Vergi iadesinde geçmez. Ama sen bal gibi onun vergisini ödersin. Sizin fişi düşmanlık için aldığınızı zanneder bakkallar. Süpermarketler bunu yap-a-mazlar. 1 kuruşluk alışverişiniz dahi kayıt altındadır. (yani vergisini öder) Bakkal’ın sadece sahibi (veya görünürdeki sahibi) kayıtlı çalışandır. Kayıtlı çalışan dediysem, primini ödemez, prim affı bekler ama hadi olsun yine de kayıtlı bir çalışandır. Eşini, küçük yaştaki oğlunu, yeğenini çalıştırır dükkanında bakkal (ve bu yasa dışıdır) evlere sipariş dağıtmaya gönderir. Kimi zaman da işçi çalıştırır yanında ve hep kayıtdışıdır, yasadışıdır. Süpermarketler bunu da yap-a-mazlar. Bütün çalışanlarının vergisini de öder paşa paşa, sigorta primini de. Bir bakkalla aranız iyi değilse son kullanma tarihi geçtiği halde satın aldığınız veya aldıktan sonra keşke almasaydım dediğiniz bir ürünü yasal hakkınız olduğu halde asla iade edemezsiniz. Süpermarketler iade alırlar, almak zorundadırlar.

Peki, nasıl oluyor da kayıt içinde olan, SSK primi ve vergisini ödeyen süpermarketlerin karşısında bakkallar kötü durumda kalıyorlar? Çok basit: işlem hacimleri çok büyük ve her zaman çok ucuz fiyata mal satmıyorlar. Profesyoneller ve mal satmayı biliyorlar. Bir bakkala pirinç almaya girip pirinç alır çıkarsınız. Bir süpermarkete girip alacağınız pirincin 5 katı pirinci alırsınız (çünkü hem fiyat avantajı vardır hem de ulaşımınızı sağlar marketin servisi evinize kadar). Pirinç almaya girer, DVD player ve terlik de alırsınız. (anında ihtiyaç yaratırlar) Kendi adıma ve bir çok kentli insan adına konuşuyorum, daha pahalı olduğunu bile bile et, tavuk ürünleri gibi gıda maddelerimin çoğunu, sadece süpermarketlerden alırız. Çünkü onlar bana daha çok güven veriyorlar. Onların sağlık denetiminden geçme ihtimalleri daha fazla, oradan alacağım etin kaçak kesilmis sağlıksız bir et olma ihtimali daha az. Bunun yanında üretici ve distribitörlere karşı da “bargaining power”’ları (pazarlık güçleri) var, bakkallardan daha uzun vadeli ve daha ucuza ürün alabiliyorlar. Bu distibütörlerin de işlerine gelebilir pekala. Teker teker binlerce bakkalı dolaşıp mal satmanın ve sonra o malların ücretlerini toplamanın külfetindense tek bir yere binlerce mal satıp daha garanti olan paralarını almayı tercih edebilirler.

Peki, uzunca anlattık, bakkallar ne yapsın o zaman? Kepenk kapatıp gitsinler mi? Tabi ki hayır. Kendi bacaklarından asılsınlar, siyasilerin kendilerine rant vermesini talep edip durmasınlar. Süpermarketler nasıl ki kendileriyle haklı rekabet içinde iseler onlar da kendilerinin ve rakiplerinin güçlü ve zayıf noktalarını görsünler ve rekabete girişsinler. Bakkalların müşteriyle birebir ilişki içinde olmak gibi, müşteriye daha yakın olmak gibi, çalışma saatlerinde daha esnek olmak gibi, kimsenin yapmayacağı şekilde müşterilerine kredi açmak gibi kabiliyetleri var, onları kullansınlar. “Seven Eleven” tarzı satış yapsınlar. Zaman ve mekan avantajlarını kullansınlar yani.

Ama ne olur gidip sağlıklı, güvenli, kayıt içinde alışveriş yaptığımız süpermarketlerimize dokunmasınlar. Lütfen iktidar olsun, muhalefet olsun, bürokrat olsun, yönetici erklerde söz sahibi olanlar her yol ayrımına geldiklerinde birilerinin çıkarlarına hizmet eden ama toplumun genelinin zararına olan yasaklayıcı davranış ve uygulamaları seçmesinler.

Posted in denememeler | 2 Comments »

Fransa’da Gençler KazanMIŞ!

Posted by denememeler Nisan 10, 2006

Hani şu 26 yaş altındaki gençleri iki yıl içerisinde sebepsiz işten çıkarabilme hakkı tanınması ile ilgili bir kanun tasarısı vardı ya Fransa’da, o tasarı geri çekilmiş. Fransa’da işverenler 26 yaş altındaki çalışanlarının işlerine gerekçesiz son verilemeyecek. İlk bakışta, (hele ki bir de ekonomiden anlamayanların gözüyle bakılıyorsa) iyi bir şey gibi görünen bu “iş gücü piyasasındaki esnekliği engelleme” aslında tamamen işçilerin aleyhine. İnsanlarla tartışmaktan bıktığım için uzun uzun bunun niçin işçilerin zararına olduğunu anlatamayacağım. Eğer bir kere işçi almak ona durmadan maaş ödemek zorunda kalmak anlamını taşıyacaksa işveren işçiyi hiç işe almamayı almaya tercih eder yanılıyor muyum? Zaman benim lehime işliyor. Görelim bakalım uzun vadede bu işler Fransız gençlerin (ve toplamda tüm Fransızların) lehine mi olacak aleyhine mi. Hiç sevmiyorum “ben haklıymışım” demeyi ama hep eninde sonunda ben haklı çıkıyorum. Fransız gençleri kazanMIŞ! Sevsinler…

Posted in denememeler | 3 Comments »

“Yanlış aşka çatılmış kaşlar”

Posted by denememeler Nisan 10, 2006

“Senden başka talebim yok, yanlış aşka çatılmış kaşlarında
Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda”
İki çok güzel dize. Dinleyene verdiği mesajlar itibariyle yakar geçerler ikisi de (Sen başkasını seviyorsun, ve bu beni kahrediyor demektir işin aslı)

“Yarin bahçesine yâd eller dalmış
Gülünü koklarken dikenin kırmış
Şurda bir kötünün koynuna girmiş
O benim sevmeye kıyamadığım”
Yoruma gerek bile yok. Başınıza gelir böyle şeyler. Sevmeye kıyamadağınızın gülünü kırarlar, ağlarsınız…

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Ah, Şu çılgın Türkler…

Posted by denememeler Nisan 4, 2006

Şu Çılgın Türkler isimli kitabı okumadım. Açıkçası okumaya da niyetim yok çünkü o savaşı bizatihi başkomutanının dilinden okudum. (anlamayanlara not: Nutuk’u okudum diyorum burada) Bu kitabı ilk gördüğüm anda çok alasım geldi çünkü kapağı çok iyi. Elinde Türk bayrğı at sırtında hızla giden Türk sipahileri var. Gaz ve güzel bir kapak.
Neyse efendim, ayrıntıya dalmayayım, bu kitap ilk basımının üzerinden 1 yıl geçtiğinde 300 üncü baskısını yapacakmış, şu anda da 293 üncü baskısını yapmış! Anlamadığım nokta şu, “economies of scale” (ölçek ekonomisi, çıktı arttıkça birim başı maliyet düşer diyen bir teori) “Şu Çılgın Türkler”in diyarında geçerli değil midi? Kitabı 2-3 kez bastın, baktın çok satıyor, baktın gazetelerden, TV’lerden ilgi yüksek, baktın korsan da seninle atbaşı gidiyor, neden hala 2500 – 3000 adet basarsın o kitabı? (toplamda 500 küsür bin satmış. Baskı başına 2500 kitap ancak eder…) Bassana kardeşim 500,000 tane, birim başına maliyetin düşsün, hatta fiyatı düşür, korsanla mücadele et.
Gerçi sakalım yok ki dinleneyim, “Şu Çılgın Türkler” böyle şeylere önem veriyor. Açık açık “biz bilmem kaç baskı yaptık diye övünmek için aslında tek seferde yüzbinlerce bastık ama her iki güne bir yeni baskı damgası vurduk” diyemiyorlar. Canları sağolsun.

Posted in denememeler | 5 Comments »

Kazanılmış Haklar

Posted by denememeler Mart 29, 2006

Bileniniz bilir, bilmeyeniniz de bilsin, böyle bir tabir var: “Kazanılmış Haklar” Bu haklardan memurlarda, devlet işçilerinde ve emeklilerde olur. Bunlar ne yapmışlarsa yapmışlar, bir takım haklar kazanmışlardır. Bu “Kazanılmış Haklar” her nasılsa geri alınamaz. Şimdi, Türkiye’deki Emeklilik Sistemi, genç emekliler, prim ödemeden emekli olanlar filan onları bir kenara bırakalım da bir memurlara bakalım: bir memur bu Kazanılmış Haklar”ı sayesinde önce emekli olana kadar maaş almayı, sonra da emekli olduktan sonra emekli aylığı almaya hak kazanıyor. Ne güzel bir sözleşme değil mi? Memurların ne yoğunlukta çalıştıklarını ve işten çıkarılma ihtimallerinin sıfıra yakın olduğunu düşünürsek resmen devleti haraca bağlamış oluyorlar bu adamlar. Peki bu paralar kimden çıkıyor? Tabi ki bizden. Vergi verenlerden. Borçlar alınmış bu dönemde, onların geri ödemesi döneminde yine yüksek oranda vergi verecek olanlardan. Bir de kriz vs. gibi durumlarda da memurların maaşında bir azalma veya işten atılma olmadığını düşünürsek…

Posted in denememeler | 1 Comment »

Kurumlar filan hakkında

Posted by denememeler Mart 14, 2006

Kurumlar diyince zannederim TRT ile başlamak müstehabdır 🙂 Aslında köy hizmetleriyle başlayacaktım, lakin o artık yok.

Ne zaman TRT ile ilgili bir tartışma olsa laf döner dolaşır hep BBC’ye varır. TRT karşıtlığının (veya daha yumuşak olalım, TRT’nin sahiplik durumunda değişiklik isteyenlerin diyelim) sebebinin orada yolsuzlukların olması, TRT’nin kötü yönetilmesi, yanlı yayın yapması, çiftlik haline gelmesi, binlerce gereksiz ve malum yollarla işe girmiş memurun çok yüksek maaşlar ve ikramiyeler alması, olduğunu zannetmenin sonucudur. Durumu böyle zannedenlerin TRT için BBC örneği vermeleri (ve geçici çözüm önerileri sunmaları, yönetimi değiştirmek, kârı artırmak gibi) normal, ama durum böyle değil. İçtenlikle söyleyebilirim ki İngiliz olsaydım BBC karşıtı olurdum. (hatta galiba ingiliz vatandaşı olmadığım halde öyleyim)

Şimdi, ben durumumu çok net ortaya koyayım: Ben, TRT’nin sahipliğinin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Bakın, altını çizeyim, TRT’nin elektrik faturalarındaki payı da beni rahatsız ediyor, ama ben TRT’nin bu payı kaldırılsın demiyorum. O kaldırılısa bile bütçeden oraya para akıtılacak. Çözüm o değil.

Çok şişkin bir kadrosu var TRT’nin, doğru. Lakin atılamıyor ki bu gereksiz insanlar işten… Çok farklı bir tartışma konusu bu, ama atılamıyorlar işte. Başka bir zaman inceleriz bu konuyu.

Yolsuzluk? TRT devlet kurumu olduğu sürece yolsuzluk olacaktır , bu bal gibi belli bir şey (özel sektöre geçse de olacaktır belki ama zararı biz millet olarak ödemeyeceğiz, sahibinin derdi bana ne? )

Ben TRT’ye özden karşıyım. Devletin bir televizyon kanalı olmasına karşıyım. Kâr etse de karşıyım, (ki bu kâlar hep muhasebe kârlarıdır, ekonomik kâr değildir. Konunun uzmanları aradaki farkı bilirler, bunu da inceleyeyim hatta bir yazıda) kaliteli yayınlar yapsa da (kime göre neye göre kaliteli) karşıyım. Devletin “şeker fabrikası” sahibi olmasına karşı olduğum gibi karşıyım. Devletin kömür madeni işletmesine karşı olduğum gibi karşıyım. devlet evlerine (polisevi, öğretmenevi, orduevi) karşı olduğum gibi karşıyım.

TRT varoldukça TRT’de hakeden değil, işini iyi yapan değil, torpilli olan, hemşehrisi olan, siyasi desteği olan istihdam edilecektir. TRT varoldukça yolsuzluk olacaktır. TRT var oldukça bu tip spekülasyon ve suçlamalara maruz kalacaktır.

TRT, tüm TV ve radyo kanalları, stüdyoları, malı, mülkü, tası tarağı her şeyiyle birlikte derhal özelleştirilmelidir. (özerkleştirilmemelidir, özelleştirilmelidir) Personelini emekliye sevketme veya işten çıkarmayla ilgili gerekli yasalar çıkartılmalı, Yeni sahibinin işine yarayacak personelin haricindekilerin işine son verilmelidir. (kendilerini başka kuruma atamamalıdır. Lütfen bana kimse bunun işsizliği artıracağını söylemesin, en fazla 5-6 bin kişi atılacak. Sadece elektrikteki maliyet düşüşünün yaratacağı istihdam bundan fazladır)(Peki işten atılanlara ne olacak da demeyin. Ben esasen ilk başta işe alınmaması gereken insanları beslemek zorunda mıyım? Torpil bulamadığı için TRT’ye girememiş insanlara para veriyor muyum ki torpil bulup girmiş olanlara ömür boyu gelir garantisi sağlayayım? Hakkıyla girenler zaten işlrine devam eder ya da başka iş bulurlar)

Yukarıdaki paragraftaki TRT’nin yerine Telekom’u, Tüpraş’ı, Tekel’i, TKİ’yi, BOTAŞ’ı, TTK’yı, Şeker fabrikaları’nı, Devlet Yetiştirme Çiftlikleri’ni, Erdemir’i, İsdemir’i, Devletin yönetimindeki bu tip bütün kurumları (enerji dağıtım şirketleri, limanlar vs…), TCDD’yi, Ziraat ve Halk Bankalarını, Vakıfbank’ı, ve Tüm Belediye İktisadi Teşebbüslerini (yani BİT’leri – isim yakışmış ne diyim) koyun, paragrafı tekrar tekrar okuyup düşünün. Devletin esas görevinin iç ve dış güvenliği ve adaleti sağlamak olduğunu anlayın, eğitimi, sağlığı, sosyal güvenliği daha sonra konuşalım. (bak sinirlendim yine)

Posted in denememeler | 2 Comments »

nesebin kurusun

Posted by denememeler Mart 14, 2006

[* 2005- eylül *] 

Nesebin kurusun!
(bu kitap miras kavgası yüzünden kardeşlerini, dayısını, amcasını, annesini bacısını kaybedenlere, nesebini kendi kendine kurutanlara ithaf edilmiştir. )
 

Tarla, üzerinde sürüm yapılan şeye denir diye bilirim ben. Hayatımdaki tek tarlaya girmişliğim, Mut’un bir yazında, o güneş altında termometreler patladığı için sıcaklığın ölçülemediği yazlardan birindedir. Girmiş, zannederim bir Şahin’in kasasını dolduracak kadar patlıcan, domates, biber toplamıştık. Tarla sanki içinden hiç bir şey eksilmemiş gibi duruyordu. Tarlanın ekilebilir alanının ancak onda biri ekilmişti, ve akrabalarımız bize onu cömertce içinden istediğimiz kadarını almamız için sunuyordu. Tarla olanca anaçlığıyla bizim gözümüzü doyuruyor, sonra da bize meydan okurcasına yine dopdolu, yine dipdiri duruyordu. Tarla, işte böyle, hepsi kullanılmayan, satılsa para etmeyen, ancak ekilip dikilirse, üzerinde tepinilirse, kendisine umutla bakılırsa para eden birşeydi. Tarla, topraktı. Toprak, anamızdı. İşte biz bunu, öldüğümüzde zaten bol bol üzerimize örtülecek, gırtlağımızı dolduracak, gözümüzü doyuracak olan şeyi, toprağı bölüşemedik.
            İşte biz nesebimizi böyle kuruttuk.
            Sene 2005. Babannem öldükten sonra

{işte böyle bam diye yarıda kalmış bu yazı, devamını bulamadım, ama en az 10 sayfa yazmıştım. bulursam yayınlarım yine }

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Bankalar olmasa ne olurdu?

Posted by denememeler Mart 14, 2006

[2005] 

Banka nedir? İçine girip tüketici kredisi, taşıt kredisi aldığınız şeye banka denir, değil mi. Sokaklarda stand kurup size kredi kartı dağıtan(mı yoksa satan mı diyelim), bu kredi kartlarına uçuk nakit ve alışveriş limitleri koyan, alıverdiğimiz malların ve hizmetlerin yekunundan bize azıcığını ödettiren, 5 ay bize saltanat sürdürdükten sonra azıcıklar kocaman olunca ödeyemezsek zart diye parasının hepsini geri isteyen şeydir banka. Mantıksız bişiydir yani. Kocaman olan azıcığını ödeyememişken enormous (enormous ne ya? Devasa diycektim. Kahrolsun amerikan kültür emperyalizmi. Derwish go home , Cotarelli defol – hehehe eski toprak komunistiz biz. Buralar dutlukken 6. filoyu kovdum olum ben bu sahillerden. Ne diyoduk ya? Hah…) borcun hepsini nasıl ödeyelim, üzerimize avukatları salan, bizim donumuz dahil herşeyimize el koyan şeydir banka. Yakın zamanda konut kredisiyle kira öder gibi ev sahibi olmamızı sağlayan şeydir banka. (tabi ki Güniz Sokak’ta kira öder gibi Etlikten ev alabilirsiniz, Quenns’de kira öder gibi de Protokol Yolu’ndan) Çok da çeşidi olan şeydir banka. Özeli var devleti var, devlet yönetimine devredilmiş özeli var, devlet gibi takılan özeli var, özel taklidi yapan devleti var; mevduat toplayanı var yatırım yapanı var, var oğlu var.
 

90’larda deliler gibi büyüyen, yıllardır Dolara ve Marka yüksek faiz ödeyen, 2-3 yılda 20 tanesinin sapır sapır tepemize “mevduat garantisi” olup, “bonodan mevduata dönüp” yağan verginin diğer adıdır Banka. Yürümediği görülünce birleşmeye çalışan, yabancı ortak aramaya dökülen, düpedüz ellere satılıp isim değiştiren, 8-10 tanesi birleşince bir tane olamayan şeydir banka. Türkiyedekilerin hepsini toplayınca orta büyüklükte bir avrupa bankası olan şeydir banka. Denetimleri gece saat 5’lere kadar süren şeydir Banka, içine girilince içinizi yakan, dışında durulunca dışınızı yakan, sıyırıp geçmeyi deneseniz delip geçen şeydir Banka. Devredilmesi düşünülen amma ve lakin tepe’den seken yardım ve emeklilik sandıklarıdır, BASEL II’dir son günlerde.
 

Bankalar olmasaydı ne olurdu? (evinizde 84 ekranTV ve 3 tane 84 ekran TV parası kadar borcunuz olmazdı muhtemelen:) İlk önce her şehrin merkezindeki her yeri saran bol camlı, içinde ilk girişte Kayseri Komandoda askerliğini yapmış kel ve göbekli amcaların güvenlik niyetine durduğu; içeri biraz daha girildiğinde 20’li yaşlarını ya da 30’larının ilk zamanlarını geçiren büyük çoğunluğu hafif makyajla oldukça güzel tellerlar kadınların ve illa ki beyaz gömlek kırmızı kravatlı zayıf düz saç kesimli operasyoncuların; – nedense asla çıkamadığımız – üst katında ise çok daha güzel ve içten (pazarlıklı) pazarlamacıların bulunduğu banka şubeleri olmazdı. Artık Tunceli Erzincan karayolunda dahi bulunan ATM’ler olmazdı. Kimsenin Gold kartı, premium kartı, uçtukça mil kazandıran “alışveriş yap ve kilometre” kartları olmazdı. 6 milyon eski türk lirasına aldığım kulaklığı 18 taksite böldürmek gibi bir gebeşlik yapamazdım mesela (kulaklık yok oldu gitti borcu baki kaldı yadigar) TV’lerdeki reklamlar o kadar azalırdı ki Ulusal kanallarda film seyredebilirdik. Mecidiyeköy’den Esentepe’ye giden Eski Büyükdere Caddesi ve onu dik kesip 4. Levent’e giden Büyükdere Caddesi’ndeki en küçüğü 25 katlı plazalar, gökdelenler olmazdı. Oraları araba tamir atölyeleriyle dolu olurdu.
Öyle mi olurdu gerçekten? Oralar araba tamirhanesi mi olurdu? Düşünelim şimdi Arabanın bozuluncaya kadar geçirdiği süreci (toparla gel) Araba Bir İsveç arabası olsun (niye Türk arabası olsun canım, benim işim Türk sanayiini güçlendirmek değil, ithali ikame etmek değil, ihracata yönelmek değil. İsveç arabası olsun) Şimdi, siz İsveçli araba üreticisi olun diyelim. Kabaca bir fabrikanız (sermayeniz demeyelim şimdilik), yeterli ekipmanınız, hammadde ve işgücünüz, dizaynınız olmalı. Bunlar sadece arabayı yapmak için gerekli. Fabrikayı Menkul kıymetler piyasasından filan para toparlayıp yaptınız diyelim (bankanız yok borsanız var. Aferin) Hammaddenin biri, mesela lastik Tayvan’dan gelmek zorunda kalsın. Lastik gelmek zorunda kalmaz getirilmek zorunda kalsın.Ya da lastik Tayvan’dan ithal edilmek zorunda kalınsın. Hayır Tayvandan Lastik ithal etmek gereksin (çok şükür rabbime, writer’s block’a girmekten son anda kurtuldum) Tayvan’dan Lastik almak için bir gemi dolusu adamı iki tarafın da kabul ettiği para biriminden 10 kamyon dolusunun yanına doldurup Tayvan’a göndereceksiniz. (Adamlar parayı korumak için tutulmuş İsviçreli paralı askerler) (e bankalar yok İsviçreliler ne iş yapıyor zannediyorsunuz?) (durun daha bunlar iyi günleriniz, paranız var 😉 Onlar gerekli Lastikleri oradan alıp gelecekler. (ya, dış ticarette muhbir banka vs’nin, garanti mektubunun yaptığı iş olmazsa öyle gemilerle etrafa para ve adam salmanız gerekir.) Arabayı yaptınız. Ne mutlu sizlere, şimdi satacaksınız o arabaları ki paranız olsun, eve ekmek ve tuz götürün. Ne olacak? Önceki geminin içine adamları ve arabaları doldurup dünyanın dört bir yanına göndereceksiniz, onlar arabaları satacak, herkes tarafından kabul edilen ortak para birimlerini alıp eve getirecekler, size verecekler, siz de gemilerle size meyva getiren Şilililere bu ortak para birimini verecek, meyvaları afiyetle çorunuzla çocuğunuzla yiyeceksiniz. Bu arada Mesela İstandul’da sizden araba alan adam ne yapacak da o arabayı bozacak da 4. Levent’teki Metronun ordaki tamirciye arabasını düzelttirecek? Tabi ki arabasını kullanacak da bozacak değil mi… Evet. Nasıl kullanacak? Benzinle. Benzin nerede? Arabistanda. Arabistandan yine gemilerle binlerce arabın korumasında İstanbul Limanı’na getirilmiş petrolu peşin peşin alıp da işleyecek adam bulunacak da o petrol işlenecek de Benzin yapılacak da Petrol istasyonlarına taşınacak da (ki işler hep ya peşin para ile, ya da kişisel borçlarla işleyecek. Ben senin yerine borcunu ödeyeyim, sen 3 fazlasını bana 5 ay sonra öde diyen kurumsal bankalar yok çünkü ortada) Araba sahipleri Petrolü alıp gezecekler de üstüne bir de arabalarını bozacaklar (Hem de isveç yapımı son model arabalarını) o iş yaş biraz. Büyükdere caddesinin etrafı boş kalacak bence, Esentepe de esip duracak.
Şimdi, yukarıdaki parantezlerle dolu uzuuun paragraftaki bütün “para” kelimelerini silin, yerine altın, gümüş gibi yerden kazınca çıkma ihtimali olan, nereye gideceği belirsiz, kuru belirsiz değerli taşları ya da düpedüz takası koyun. Ne oldu? Zaten yarım yamalak işleyen sistem hiç işlemez oldu değil mi. Ama bunu yapmak zorundasınız çünkü günümüzde ister dünyaca kabul edilsin, ister edilmesin, ister değeri sabit ve göreceli yüksek, ister değeri oynak ve görece düşük olsun bütün paralar “banknot”tur ve bu paralar bankaların icadıdır. Bankalar olmasaydı bu paralar da olmazdı. (adı üzerinde bank – note ) Lütfen cingözlük yapıp “Banknotlar yoksa bozuk paralar da mı yok, onları kullanırdık” demeyin, günümüzdeki bozuk paralar da banknottur. Bunun niye olduğunu da burada anlatamam, aslında anlatırım da canım istemiyor. Bir zahmet siz düşünüverin nedenini, nasılını.
İnanın bana, Bankalar olmasaydı Ekonomi denen şey olmazdı. Ticari faaliyet ve üretim bugünkü seviyelerine asla ulaşamazlardı. Sizin Sanayi Devrimi, sanayileşme, kalkınma dediğiniz şeye bir bakın, hele ki Kıta Avrupasında ve Japonya’da bu tamamen Bankaların gelişim ve büyüme sürecidir.
Hele ki şu son söyleyeceğime iyice kulak verin: Bankalar öyle haydiñ (buradaki tilveli nuna dikkat isterim) kalkın kuralım denilip kurulmuş şeyler değildir. Dünyanın dört bir tarfında eş zamanlı keşfedilip serpilmiş araçlardır. “Ekonominin kendine gerekli araçları ortaya çıkarma gücü vardır” ve bankalar bu yaratılmış araçlardan biridir. (banka kelimesi İtalyanca Bank’dan gelmektedir. Tefeciler banklarda oturur para alır satarlardı. O yüzden bankaların adı bankadır. Eğer bir tefeci iflas ederse alacaklılar üzerine saldırır adamın bankasını kırarlardı. İngilizce bankruptcy de buradan gelmektedir. ) Eğer Bankalar olmasaydı, ekonomi ne yapıp edip Bankalık yapan birşeyler ortaya çıkarırdı. Eğer Bankalar olmasaydı ismine banka demediğimiz bankalarımız olurdu. Yani okurlar işin aslı, eğer bankalar olmasaydo da bankalarımız olurdu.

Posted in denememeler | 9 Comments »

Emperyalist şirket defol!

Posted by denememeler Mart 14, 2006

{2002 – yaz}  

Yemekhanede otururken biri erkek diğeri güzel olan iki arkadaş yanımıza gelip “Yarın emperyalist şirketi defetmek için bir eylemimiz olacak, siz de katılmak istemez misiniz” dedi. Ben de emperyalist ne demek diye sordum. Anlattıklarına göre emperyalizm kapitalizm demekmiş. Kapitalizm de Amerika gibi ülkelerdeki burjuvanın ülkemizdeki işbirlikçi satılık sermaye sahipleriyle birlikte ülkemizin özkaynaklarının sömürmesi, ülkenin  emperyalist amerikan petrol tekellerine peşkeş çekilmesiymiş. Birlik olmalıymışız, kendimiz için değil halkımız için çalışmalıymışız. Özelleştirmeye hayır, kahrolsun IMF, Derwish go home ve yaşasın sosyalizm – tekyol devrim….miş
         Evvela, bre Ebu Cehil, emperyalizm demek kapitalizm demek değildir. Emperyalizm ile imparatorluk aynı kökten gelir. Emperyalizm, kendi milletinden başka milletlerin yönetimini elinde bulundurma arzusu, şevki, talebi ve de uğraşı içinde bulunma durumudur. Kapitalizm ise kurallı piyasa ekonomisi ve hayat, hürriyet, mülkiyet haklarının sağlanmasıdır. Kapitalist olan bir ülke aynı zamanda emperyalist de olabilir. Kapitalist olmayan bir ülke de emperyalist olabilir. Kim Orta Asya’yı ve Doğu Avrupa’yı yutan, becerebilseydi Afganistan ve hatta Kars’ı, Erzurum’u da alacak olan SSCB’nin emperyalist olmadığını iddia edebilir?  Bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Kapitalizm ve emperyalizm farklı kavramlardır ve emperyalizm her zaman kötü sonuçlar doğurmayabilir. Hindistan, bunun bir örneğidir- ama bu başka bir yazı konusudur-.
Saniyen, şu sömürü meselesi… Eğer sizin ülkenizde işgücü gibi faktörler ucuzsa yabancı sermaye üretimini kendi ülkesinde yapmaktansa sizin ülkenizde yapmayı tercih edebilir. Bunun adı sömürü değildir. Ülkenize gelen her yabancı sermaye daha fazla istihdam demektir. Daha fazla yatırım demektir, uzun vadede daha yüksek ücretler ve daha eğitimli işgücü demektir. Uluslararası meselelerde ülkenize yatırım yapan uluslararası şirketler sizin yandaşınızdırlar. Onların getirdiği paralarla krizleri daha kolay aşarsınız. Bu saydıklarım yabancı sermayenin evsahibi ülkeye kazandırdıklarından ilk aklıma gelenler. Kanaatimce yabancı sermaye kovulması ve korkulması değil davet edilmesi ve kolaylık sağlanması gereken bir kavramdır. Lakin bu apaçık gerçeği sermayenin değil yabancısından yerlisinden bile nefret eden bir kesmin görmesini beklemek en hafif tabirle saflıktır.
Salisen, (bu türkçesi bir iki üç, cavurcası un dos trest olan şeyin arapçası evvela saniyen salisen-miş…) bu petrol sektörü ne mene bir sektördür ki tekelleri vardır? Tekel dediğimiz şeyden her piyasada en fazla bir tane olur. Yani eğer iddia ettikleri şey varsa bile bu tekeller değil tekel olmalıdır. Tanım bunu gerekmektedir. Kaldı ki ABD’de çok katı –bence fazla katı- anti tekel yasaları vardır. Tekellerin bırakın sömürülerine, varolmalarına bile imkan tanınmamaktadır. Microsoft’u –belki de haksız bir şekilde- ikiye bölenler herhalde bunu Microsoft’un 3. dünyayı daha kolay sömürmesi için yapmadılar. Yine de içinde bulunduğumuz “İsmin ne? Reşit. Kendin söyle, kendin işit” ortamında bunu kollektivistlerin anlamasını beklememek lazımdır. 
    Salisen, artık dünyada özelleştirmenin tartışıldığı bir ülke kalmadı sanırım. -Afrika kabile devletlerini tenzih ederim-  Ekonomik sorunların ekonomik ayak oyunları ile çözülemeyeceğini anlamamız lazım. Kamu bankaları oldukça başlarına Mevlana bile geçse yolsuzluk olacaktır. Mal ve hizmet üretimini özel mülkiyetin daha iyi yaptığı aşikardır ve özelleştirme sorunu sadece ekonomik bir sorun değildir. Sorun biraz da zihniyet sorunudur. Tek yolu devrim , sermayeyi öcü zanneden zihniyet tabi ki derwish’i yollamayı çözüm zennedecek, devletleştirmeyi özelleştirmeye sefaleti zenginliğe tercih edecektir.
         Çocuğa baktım. Bildiklerimi ona aktarsam dahi anlamak istemeyeceği belliydi. “Bakarız” dedim “Ama söz vermeyeyim”
             (Bir arkadaşım da ODTU’deki MC Donald’s defol eylemlerine Burger King’in sponsor olduğunu iddia ediyor. Kimbilir…)

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Çekinmeyin Başkanım

Posted by denememeler Mart 14, 2006

[* 2001 ya da2002 check etmem lazım *] 

Bir başkandan, gelin biz buna başbakan diyelim, ne bekler insan? (Bu yazı bir deneme olduğu için sizin ya da bir başkasının bir vatandaş olarak ne beklediği umrumda değil.) Sizi bilmem ama ben başkanımda iyi bir eğitim almış olmak, dürüst olmak, yetenekli olmak dışında bir kaç özellik daha arıyorum. Benim başkanım WASP (Beyaz, Anglo-sakson, Protestan) olmak zorunda değil ama yakışıklı olmak zorunda bir kere. Benim kadar değilse bile hiç olmazsa bir Ali Kırca kadar genç olmalı, müzikten anlamalı – hiç değilse ritim tutmayı bilmeli- düzgün bir Türkçe ile konuşmalı, kameraların önünde rahat olmalı, kahkahasını devlet sırrı saklar gibi saklamamalı. Aşkın ne demek olduğunu bilmeli. Aşkı için en az 3 delilik yapmış olmasını da şart koşuyorum vereceğim oy için. Orhan Veli’yi okumuş, Orhan Veli’yi anlamış olmalı. En az bir kere elindeki şarap şişesini sıkıp “…duyuyorum,  anlatamıyorum.” diye haykırmalı hayatında. (Ne o abarttığımı mı düşünüyorsunuz?) Evet içki de içmiş olmalı benim başkanım. Bir kerecik olsun kanunların niye var olduğunu düşünmeyen, bir kerecik olsun meydanlara çıkıp bağırmayan, bir kerecik olsun ormana karşı bağırmayan adamdan başkan olur mu? (Niye hepinizin aklına ‘Billy Boy’ geliyor? ) 

Ne yani, genç olmasın mı? Nasıl ve nereden bilecek o zaman toplumun en dinamik kesiminin ihtiyaçlarını, ne surette takip edebilecek toplumlardaki, teknolojideki, yöntemlerdeki değişimleri , yenilikleri? Nasıl risk alacak? İçindeki ateşin sönmesinden 30 yıl sonra birbirini seven ama savaş yüzünden evlenemeyen bir çiftin yıkılan hayalleri ne ifade eder ki onun için? Nasıl anlayacak, en son 60 yıl önce iş bulan biri işsiz bir genci? Sırf ben öyle istiyorum diye değil, sırf başkanımı koşarken görmek istediğimden değil, bir sebebi daha var elbet ama söylemem… 

Ne yani , müzikten anlamasa da olur mu? Kalbinde bir kıpırtı dahi duymuyorsa Sezen Aksu’yu dinlerken nereden bilecek ailenin, toplumun temel dinamiklerinin, barışın değerini? Hayır efendim, hayır, anlatamam kendime cocuğuma bırakacağım ülkeyi niye müziği sevmeyen birine emanet ettiğimi. Ezgi demek, duygu demek değil midir? Notaların dizilimindeki manayı anlamayan adam dış politikadan anlasa ne fayda? Bir toplumun pop müziği değil midir o ülkenin nabzı? Nabzı tutmayı bilmeyen, nasıl kalp masajı yapacak ölmek üzere olan ekonomiye? İki kuşak niye “Batsın Bu Dünya” diye diye büyüdü? Anlasalar, batsın istermiydik dünya? Uzatmayayım, müzikten de anlamalı başkanım, en azından sevmeli. Sırf ben öyle istiyorum diye değil, haber bültenleri klip programına benzesin diye değil, bir nedeni daha var elbet ama söylemem… 

Ne yani, presentabl olsa kötü mü olur başkanımız? Yakışıklı olsa, akıcı bir dille konuşsa, gülebilse ortada bir neden yokken, insanlarla ilişkileri iyi olsa, ne bileyim, çocukları sevse ve bunu gösterebilse mesela iyi olmazmıydı? Herkesin gözü bizim başbakanımızı arasaydı aile fotoğraflarında AB’nin siz de mutlu olmazmıydınız? Savaş çıksa bunu bana haber verecek başkanın güven verecek bir görüntüsü olmamalı mı? Benimle –yani halkla- iletişim kuramayan adam mı uluslararası bankaları, fonları altlarından girip üstleründen çıkıp Anadolu’ya getirecek? Füzelerimizi çocukları sev-e-meyen ya da bunu göster-e-meyen birine mi emanet edeceğiz? Sırf ben öyle istiyorum diye değil,sırf güzellik salonları daha çok kazansın diye değil, bir gerekçem daha var elbet ama söylemem… 

Ha, ilk üçünden vazgeçsem bile aşktan, şiirden ve şaraptan vazgeçmem. Aşık olmayan, şiir okumayan, kafası dumanlıyken sevgilisinin adını ağaçlara kazımayan adama ben acırım sadece, oy vermem. Aşk demek insanlık demek kardeşim, var mı ötesi? Benim başkanım sevgilisinin dudaklarında dansetmeli, kamu bankalarının kasalarında değil. Başkanın robot olmasını istemiyorsanız aşık mı değil mi ona bakacaksınız. Başkan zor durumda kaldığı zaman silahlara mı, güllere mi sarılacak öğrenmek için adamın şiir okuyup okumadığına bakacaksınız, ve hatta belki başkanlık yemininin sonuna ‘Japon Balıkçısı’nı ekleyeceksiniz. Sırf  ben şiiri seviyorum diye değil, sırf aşk şarkıları daha çok söylensin diye değil, bir bahanem daha var elbet ama söylemem… 

Bağırıp çağımaya gelince, meydanlarda, onun da izahı basit. Bu adamın bir muhalefeti olacak ve muhalefete hep hasmıymış gibi yaklaşacak. Öyle değil miyiz, milletçe? En ufak bir itirazda bulunulduğu zaman icraatlerimize, sanki nasırımıza basılmış gibi bağırıp çağırmaya başlamıyor muyuz? Tek istediğim başkanımın da bir zamanlar muhalefette olması, iktidarın yanlış yapabileceğini bilmesi, muhalif kesimlerin de haklı olabileceğini bilmesi ve buna uygun davranması. Bir de artık coplanan gençler görmek, istemiyorum ondan. Çok şey mi istiyorum dostlar? Sırf ben öyle istiyorum diye değil, sırf  haber bültenleri kısalsın diye değil, bir sebebim daha var elbet ama söylemem… 

Çok mu zor böyle bir baş(ba)kanımızın olması? Bizim de şiirleri seven, şortlar giyip dolaşan, hakkında anlatılan fıkraları dinleyip gülebilen, “bunun adı rakıdır, ben içerim siz de için” diyen liderlerimiz olmadı mı? 

Farkında değil miyiz, ABD’yi Billy Boy’lar, bizi üzerine devlet ciddiyeti çökmüşler yönettiğinden bu haldeyiz.Lütfen, gelecek seçimlerde oyunuzu içinden gelene, bir insana verin. Verin ki insanlığınızı kazanın. İyi günler efendim. 

 

 

Posted in denememeler | 2 Comments »

son söz :>

Posted by denememeler Mart 14, 2006

{ galiba 2003, ödev yapılan ve uyunmayan bir gecenin sabahı }

Sonsöz: Candan Erçetin’in yaşlandığını söyleyenler en hafif tabirle abesle iştigal etmektedirler. Çünkü, dostlarım, Fransızca bilen bir kadın asla yaşlanmaz. Sadece şarap gibi yıllanır.

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Annemle telefonda kavga ettim

Posted by denememeler Mart 14, 2006

[* galiba 2004 ya da 2003 bilmiyorum *] 

Annemle telefonda kavga ettim. Para yüzünden.  Ama bu konuda yazmak istemiyorum. Bugün okula girerken 4 şişe şarap kaptırdım. 9 milyon liraydı toplam. Zaten sinir oldum ama bir de paraya sıkışıktım, yenisini de alamayacağım, skildi gitti bahar şenliği. Zaten bu aralar cok sıkkındım, üzerine tuz biber ekti. Evde deli gibi bulaşık birikmiş zaten, onları yıkıyorum bir yandan. Canım şiir yazmak istiyor ama aşık değilim.
 

Canım şiir yazmak istiyor ama aşık değilim
Aşık oluyorum bazen, hemen geçiyor.
Artık şiir yok, prezervatif var, kürtaj var.
Şiir yok, kredi kartı var.
Şiir yok, SMS var.
Bir kere deniz yok, İstanbul yok, sis ve Ankara var,
Sevgili yok, devlet var
Cansıkıntısı yok, bilgisayar var.
Yalnızlık yok, çet var.
Yağız delikanlılar yok, krolar var.
Yosmalar yok,  kokonalar var.
Sevgililer yok, sevgililer günü var.
Şiir yok, kırmızı var, çiçekleriyle kalpten yastıklarıyla,
Hatta kırmızı var, donlarıyla, alenen.
Şiir yok.

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Rosebud

Posted by denememeler Mart 14, 2006

{bu yazı 2000 – 2001 yıllarında yazılmış olmalı niye buraya almam gerektiğini bilmiyorum ama }

Anam babam bulmasın beni.
Rosebud?
Feride
Yersiz yurtsuz fahişe.
Burdur?
Rosebud?
Ayşegül?
Sertavul?
Dede?
Rosebud?
Bitmedi değil mi, devam etmekte mecburen.
Niye böyle yazdım ki? Mutlu bir hayatım var.
Gebereceksen geber, içimdeki haykırıp duran şair, sorumluluklarım var benim, ölemem.
Rosebud?
Ölüm?
Allah?
Değil midir ki ne para ne de iktidar tutabilir çocukluğundaki saflığının yerini.
İnsanlar işte tam da bu yüzden kendilerini katılığa veriyor, uzaklaşıyorlar ilk aşklarından.
Yaş onyedi, daha dörtte biri bile bitmemiş. Önünde koskoca bir hayat var. Beni boşver, sen yaşamana bak. Benim sorumluluklarım var.
Saygılar.

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Böyle İsim Olmaz

Posted by denememeler Mart 14, 2006

[* bu yazı 200 baharında yazılmış*]

Su kiza bitiyorum: cxx gxx ingilizce öğr 3. Sınıf ve de 1978 doğum lu…
Ama bitiyorum yahu bitiyorum…

Biraz evvel basörtülü bir hanım geldi ve laba girmek istedi içim burkularak ona bir kağıt doldurması gerektüğünü söyledim. Ve o “kalsın” diyerek çekip gitti. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bu devrimler muhakkak böyle mi algılanmalı?
Ve bu ne pahasına olursa olsun, ilk cinsel ilişkimi bir bakire ile yapacağım.
Ve bir de bir zamanlar Feride’nin aşkının beni ne hale getirdiğini hatırladım. Geceleri yatağa yattıktan sonra göğsümün altında bir sıkıntı hissederdim. Feride aklıma gelirdi ve ben çok içten bir şekilde “ah ” çekerdim. Bu gün o aşkı özlediğimi farkettim.
Ha, bir de Feride’nin bakire olmama ihtimali, beni bir zamanlar çıldırtıyordu. Bu yüzden hasta olduğumu bile hatırlıyorum
Bir de bir başörtülü kız daha geldi ve ona hiçbirşey söylemedim ve içeri aldım o da şu anda bilgisayarın başında. Ben de mutluyum, o da…
Ve itiraf.com’u okudukça kendimden utanıyorum ve Allah’ıma sitem yolluyorum. Bende niye cazibe denen şeyden yok?
Ve burası acayip parfüm kokuyor. Bu parfüm kokusu balık kokusu gibi açsanız çok güzel bir koku gibi, yok toksanız iğrenç. Ben de eğer bu kızlardan birini tavlayabileceğimi bilsem bu koku bana güzel gelebilir. Ama bu koku şu an bana hiçbirşey ifade etmiyor.

Clinton, Kuba’ya gelecekmis.. Kubalilar toplanmis, bir hosluk yapacaklar.. Ulkenin en iyi ressamina basvurmuslar.. Bir tablo yap.. Adi, ‘Clinton Kubada’ olsun” diye.. Ressam “Hadi ordan” demis.. “Ben adami gormedim bile.. Adam hayatinda Kuba’ya gelmedi. Simdi ben nasil ‘Clinton Kubada’ diye atmasyondan resim yaparim?..” Tesaduf bu ya.. Bizim Temel, puro almaya Havana’ya gelmis o sirada.. Sikintiyi duymus..
– “Ben size istediginiz tabloyu yaparim. Bana bir sandik puro verirseniz” diye.. Vermisler.. Temel bir hafta sonra, Kubalilar’i cagirmis.. “Iste tablonuz” demis.. Tuvalin uzerini orten bezi hizla asagi cekivermis.. Kubalilar da donuvermisler.. Tabloda, yatakta iki kisi, al takke ver kulah..
– “Bu ne” diye gurlemis, Turizm Bakani.. “Bu ne?.. Bu kadin kim?..”
– “Clinton’un karisi” demis, Temel..
– “Peki bu ustundeki adam kim?”
– “Clinton’un usagi!..”
– “Peki Clinton nerde ulan!..”
– “Clinton Kuba’da” demis Temel!..
Bu fıkrayı da çok tuttum…

[* yazın serüvenimin başındaymışım, ne kadar garip geliyor şimdi altı yıl önceki yazdıklarını okumak *]

Posted in denememeler | Leave a Comment »

Merhaba!

Posted by denememeler Mart 14, 2006

Merhaba. İlk ne zaman merhaba dediğimi bilmiyorum. Lakin çok uzun zamandır bir ‘merhaba’ bana bu kadar heyecan vermemişti, bir ‘merhaba’yı bu kadar çok beklememiştim.
İçimde büyüyüp duran bir sıkıntı, asabımın gereğinden fazla bozuk olması, hayatımda ilk kez fiziksel rahatsızlıklarla tanışmam ve ölümü düşünmeye başlamam beni bu ‘merhaba’ya itti.
Bu ‘merhaba’nın arkası nasıl gelecek, ne sıklıkla gelecek, bilmem ama sadece bu ‘merhaba’nın gelmesi bile güzel aslında. Kendimi azıcık tanıyorsam burada yazacaklarımın büyük çoğunluğunun siyaset bilimi, ekonomi, tarih ve milletlerarası münasebetler (uluslararası ilişkiler) ile ilgili olacağını söyleyebilirim. Bir romanım var, onu buradan yayınlayabilirim, kişileri rahatsız etmeyecek kadar özel hayatımdan bahsedebilirim.
Şimdiye kadar 4-5 tane çok iyi “denemeler” ismi taşıyan kitap gördüm, okudum. “denememeler” daha az iddialıydı, o yüzden bu ismi seçtim. (Ferhan Şensoy’un kitabını tenzih ederim. “denememeler” sözü daha az iddialıydı)
Bu gereksiz önsözü de fazla uzatmamak lazım, zaten zaman içinde beni tanıyacaksınız. Ben de beni daha çok tanırım umarım.
Şimdi ilk olarak bir kaç tane eski yazımı koyacağım buraya. tarihler çok net olmayabilir. Bu da bir giriş olsun…
Hadi, başlayalım :))

Posted in denememeler | 1 Comment »

Hello world!

Posted by denememeler Mart 13, 2006

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Posted in denememeler | 1 Comment »